Anılarına saygıyla...
Üç Süvari
-Haziranda Ölmek Zor-
…
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum…
der ya Hasan Hüseyin o güzel şiirinde, sihirli bir el dokunur ya düşlerinize, sanki film icabı gibi kartpostallaşır ya hayat …
Açın pencerenizi, derin bir nefes alın, bakın leylak ve tomurcuk kokmuyor mu dünya? Bu bir film icabı da değil; çünkü ilkyazın tam göbeğinde tam da HAZİRANDASINIZ!
Öyle güzel...
Hiç ölünür mü HAZİRAN'DA?
Hasan Hüseyin Korkmazgil "Haziran'da ölmek zor/Kızılkuğu" isimli kitabının ikinci baskı önsözünde;
"Haziranda ölmek zor da Temmuz da Ağustos da ölmek kolay mı?”
diye soranlara;
" Dilerim on üçüncü ayda ölesiniz, on üçüncü ay yok ki? Öyleyse çok yaşayın," der.
Yaşamak sadece nefes almak mıdır? İnsan öldükten sonra da yaşar mı? Dünyayı sınırlarına kadar fethetmeye kararlı o büyük ordunun bir süvarisiyse; edebiyatçıysa, sanatçıysa yaşar.
Çukurova’nın yetiştirdiği yazının kalemin üstadı değerli yazar Yaşar Kemal "o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler" diye yazar soylu insanların azalışını anlatırken.
İşte sonsuz yolcuğa yıllar önce çıkan ama kalemleri, şiirleri, yazıları ile hala yaşayan sonsuzluğa yazılan, Haziran ayında kaybettiğimiz üç güçlü kalemi dünyanın tanıdığı üç insanı anacağız bu yazımızda.
Hasan Hüseyin şöyle anlatır şiiri nasıl yazdığını:
"1963leri anımsıyorum. Gazeteciyim. Haftanın kimi günleri sabaha değin çalışıyorum basımevinde. Sokağa çıkma yasağı var. Görevli kartı verilmiş bana. Gecenin herhangi bir saatinde işten çıkıyor yorgun argın evime dönüyorum. “hava leylak ve tomurcuk kokuyor"."
3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! "hava leylak /ve tomurcuk kokuyor /uy anam/haziranda ölmek zor." dizeleri dökülüyor dudaklarımdan.
2 Haziran 1970... duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler yine kendiliğinden..."
İşte bu sözlerle anlatır şiirin doğuşunu ve şiirin en başına da Orhan Kemal'in güzel anısına diye ekler. İlk baskıya 1976 yılında önsöz yazar ve kitap 1977 yılında ilk kez basılır. Ve birçok defa basılır ondan sonra.
Bu şiir ile özdeşleşen bir diğer şairimiz ise Ahmed Arif'tir. Özgürlük ve aşk şairlerinden Ahmet Arif 02.06.1991 tarihinde vefat etmiştir. Hasan Hüseyin Korkmazgil 26. Şubat 1984 Tarihinde vefat etmiştir. Yani sanılanın aksine şiir Ahmet Arif’in vefatından çok önce yazılmıştır. Şiirde anılan onca Haziran ölümlüsü arasında yoktur şair.
Ne sorun var ki?
Hasan Hüseyin daha çok yaşasaydı, onu da eklerdi şiirine. Ortak paydaları çok; Her şeyden önce üçü de Türk Edebiyatının yüz akı olmayı başarmış ölümsüz kalemler, üçü de Haziran ölümlü ÜÇ muhteşem SÜVARİ…
Bana hep öyle gelir. Dünya denen enginlikte en uca, en uzağa ulaşmaya çalışan görkemli bir ordu gibidir edebiyatçılar. İşte onların en güzellerinden üç süvari…
Haziran da ölmeyi seçen…
*********************************************
Mavi Gözlü Dev: NAZIM HİKMET
Geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mapushane yalağındaydı
ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.
girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.
ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler
durdurmaz onları demir ve duvar
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
insanların kanatları yok
insanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.
Nazım Hikmet Ran
DOĞUM GÜNÜ
15 Ocak mı? 17 Ocak mı? Yoksa Kasım ayı mı?
Dünyanın tanıdığı ve sevdiği özgürlük şairlerindendir Nazım Hikmet. O nedenle sadece ölüm ve doğum günlerinde değil her zaman anılacak şairlerdendir.
İçlerinde Memet Fuat’ın da olduğu birçok yazar tarafından benimsenmiş olan bu iddianın iler tutar hiçbir yanı yoktur. 20 Kasım 1901 tarihinin o yıllarda resmî olarak kullanılan Rumî takvimdeki karşılığı 7 Teşrinisani 1317’dir. Teşrinisani bu takvime göre dokuzuncu aydır. 20 Ocak 1902 ise 7 Kânunusani 1317’dir. Kânunusani onbirinci aydır. Miladî takvime göre yıl değişse de Rumî takvime göre hâlâ 1317 yılı devam etmektedir. Dolayısıyla çocuğun yaşı devlet katında değişmiş olmaz. Görüldüğü gibi 20 Kasım ya da 20 Ocak tarihleri hiçbir belgeye veya kanıta dayanmamaktadır.
Birçok kaynakta 15 Ocak 1902 olarak geçen Nâzım Hikmet’in doğum günü, son yıllarda, 17 Ocak 1902 olarak kabul edilmeye başlandı. Bunun da çok haklı bir gerekçesi vardı: Nâzım Hikmet’in eniştesi Memduh Bey’in, çocuğu Celalettin Ezine için tuttuğu günlükte bir not yer almaktaydı. Bu notta aileye yeni bir bireyin katıldığı, Celile Hanım’ın doğum yaptığı yazılıydı. Doğum Memduh Bey’le Celalettin’in Hikmet Bey’in evlerine gittiği sırada olmuştu. Bebeğin adı da “Mehmed Nâzım” konulmuştu (Memduh Ezine, Aile Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011, s. 59).
AA 07/01/2011 tarihli haberinde Nazım Hikmet’in doğum tarihinin 17. Ocak 1902 olduğu bildirilmiştir. Haberde:
Nazım Hikmet’in halası Mediha Hanım’ın, önemli bir hukukçu ve güçlü bir edebiyat diline sahip kocası Memduh Ezine’nin günlüklerini içeren defteri, küçük oğlu ve Nazım’ın yakın arkadaşı Orhan Ezine tarafından, koruması ve sahip çıkması için amcasının kızı Halet Çambel’e verildi.
Halet Çambel arşivinde bulunan hatıratı inceleyen M. Melih Güneş yaptığı araştırma sonucunda şairin bugüne kadar bilinen doğum tarihinin 17 Ocak 1902 olduğu bilgisine ulaştı."
Memduh Ezine hatıratındaki Nazım Hikmet’in dünyaya geldiği tarihe ilişkin bilginin yer aldığı sayfanın çevirisi şöyle:
"4 Kanunusani 317. Çok şükür Cenab-ı Hakk’a, aileye bir vücut daha karıştı. Yengen Celile Hanım bugün saat dörtte vaz-ı haml etti. Dayı Beyin Hikmet’in bir oğlu dünyaya geldi. Kendisi "Mehmet Nazımım" diye çağrıldı. Gerek vaz-ı haml esnasında ve gerekse yedi yatağı kalkıncaya kadar bir müddet zarfında orada başlarında bulunmak ve muavenet etmek üzere Hikmet’in evine gitmiştik. Sen sonradan oraya götürülmüş idin ki dayının sokak kapısından içeriye girmekliğini müteakip Nazım doğuyordu. Bunu senin ayağının uğuru saydık ve müteyemmin addettik. Cümle ile beraber Cenab-ı Hak, bu Nazım kulunu da muammer ve hayırlı kılsın." Şeklindedir.
Tarihçi Yücel Demirel’in bu konuda yaptığı araştırmalar ve Kitap-lık dergisi, Temmuz-Ağustos 2018, sayı 198’de yayınlanan yazısında :
Günlükteki bu notun 4 Kânunusani 1317 tarihli güne ait olduğu görülünce bunun karşılığı olan 17 Ocak 1902 Nâzım Hikmet’in doğum günü ilan edildi. Ayrıca günlükte 2 Mart 1902 tarihli notun altında Nâzım Hikmet’in bebeklik resmi vardı. Hikmet Bey oğlunun ağzından fotoğrafın altına şöyle yazmıştı: “Muhterem Enişte Beyim ile Muazzez Hanım Halama elli üç günlük resmimi takdim ederim. 27 Şubat 317 Mehmed Nâzım” (A.g.e., s. 61).
Fotoğrafın altındaki tarih 27 Şubat 1317, yani 12 Mart 1902’dir. 17 Ocak’tan 54 gün sonra. Ama acaba Hikmet Bey bu notu yazdığı tarihi mi kaydetmişti, fotoğrafın çekildiği tarihi mi?
Yine günlükte, 28 Ocak 1903 tarihli notun üstünde Nâzım ile Celalettin’in birlikte çektirdikleri bir fotoğraf daha vardır. Memduh Bey bu fotoğrafın Nâzım bir yaşına bastığı zaman çekildiğini yazar (A.g.e., s.75). Bu farklı tarihlerde kaydedilmiş notların tümü göz önüne alındığında, tek başına Memduh Ezine’nin günlüğünden yola çıkarak kesin bir tarih belirlemenin güç olduğu görülmektedir. Ancak yakın zamanda bu durum değişmiştir.
Yeşim Bilge ve arkadaşları Piraye Koleksiyonu’ndan Nâzım Hikmet’in not defterlerini (Nâzım’ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937-1942), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018) hazırlarken bazı mektup ve fotoğrafları da ortaya çıkardılar. Bunlar arasında Nâzım Paşa tarafından oğlu Hikmet Bey’e gönderilen bir telgraf ve bir mektup vardır. Telgraf 15 Ocak 1902’de Paşa’nın mutasarrıf olarak görev yaptığı Kayseri’den Selanik’e çekilmiştir. Mektup ise ertesi gün, yani 16 Ocak tarihlidir. Telgraf şudur:
“Selanik Mesâlih-i Ecnebiye Müdiriyetine
Cenâb-ı Hak maa-aile mes’ûd ve muammer eyleye bilutfihi’l-kerîm oğlumun ismi Mehmed Nâzım olacaktır.
Mehmed Nâzım”
Bu telgraf ertesi gün Selanik’e ulaştığında (3 Kânunusani 1317) Nâzım Paşa aşağıdaki mektubu yazar:
“Oğlum cenâb-ı vâcibü’l-vücûd maa-aile mes’ûd ve muammer buyursun Mehmed Nâzım için tensip edeceğiniz bir şey alınmak üzere on adet Osmanlı lirası posta ile gönderildi. Bileti melfûftur. Nâzım’ın benim tarafımdan öpülmesini ve eltâf-ı celîle-i hazret-i risâlet-penâhîye tevdî olunarak her hidmetinin besmele ve salât ve selâm ile görülmesini rica ederim.
Celîleciğin kemâl-i afiyetle kurtulduğundan dolayı eltâf-ı sübhâniyyeye azîm teşekkür ederiz. Celîle’nin mübarek kalbi ve cenâb-ı hakka i’tisâmı ve nebî-i kerîm ve azîm efendimiz hazretlerine olan ubûdiyeti kendisine her işi hayırlı ve kolay edeceğinde şüphe yoktur. Kemâl-i hürmetle gözlerinden öperim. Dün akşam telgrafı alınca validenizin döktüğü mesrûriyyet yaşları görülecek şeylerden idi. Güzide’nin sevincinden sıçraması dahi pek hoş idi. Bilmem Celâlettin kıskanacak mı Nâzım’ın ağabeyisi cümlemizin gözümüzün bebeği olan Celâlettin elbette kardeşini kıskanmaz. Böylece kendisine anlatınız. Mediha’ya mufassal mektup yazıyorum gözlerinden öperim. Memduh biraz yalnız kalır sanırım. Elbette Mediha Celîle’yi yalnız bırakmaz. Nâzım için sıfat-ı pîr-i destgîr efendimizin nüsha-i kebirini ısmarlamıştım gelince gönderirim. Nâzım’ın tarihi şudur:
Mehmed Nâzım ism ü mahlasın koydum âna Nâzım
Hafîdim doğdu üç yüz on dokuz Şevvali dördünde
Bunu bir levhaya ipekle yazdıracağız. Celâlettin’in tarihini dahi öyle yaptıracağız. Mufassal mektup bekliyoruz. Baki var olunuz oğlum.
Fi 3 Kânunusani 317
Mehmed Nâzım
[üst tarafta] Posta olmadığından poliçe aldık melfûfdur.”
Bu mektuptaki en dikkat çekici yer Paşa’nın düştüğü tarihtir: Nâzım’ın Hicrî tarihle 4 Şevvâl 1319’da doğduğunu söylüyor. Bu tarih 14 Ocak 1902’dir. Bu tarihi Paşa bir karta “Celileciğe” ithafıyla yazıp göndermiştir. Bu kart Nâzım Hikmet’in 1921’de Moskova’da çekilmiş olan bir fotoğrafının altına yapıştırılmış olarak Piraye Koleksiyonu’nda bulunmaktadır.
Bu, Nâzım Paşa’nın torunlarına isim vermesi ve onların tarihini yazmasının ilk örneği değildir. Celâlettin Ezine’nin adını da o koymuştur. Onun için yazdığı tarih de şöyledir:
“Celâleddin Mehmed koydum ism ü mahlâsın Nâzım
Hafîdim doğdu Nisan on yedide üç yüz on beşte”
Özetlersek; 14 Ocak’ta Hikmet Bey Selânik’ten Kayseri’ye, babası Nâzım Paşa’ya, doğumu telgrafla haber verir. 15 Ocak’ta Paşa doğan çocuğa “Mehmed Nâzım” adı verilmesini telgrafla bildirir, 16 Ocak’ta da uzun bir mektup yazar. 17 Ocak’ta Memduh Bey günlüğüne Mehmed Nâzım’ın doğduğunu kaydeder, ama bugün doğdu demez. Zaten 20 gündür günlüğüne bir şey yazmamıştır.
Bunların dışında Nâzım Hikmet’in doğum gününün 15 Ocak olma ihtimali de vardır. Bu ihtimal Nâzım’ın Piraye Koleksiyonu’nda bulunan bir yaşındaki bir fotoğrafının arkasında yer alan nottan ileri gelmektedir. Fotoğrafın arkasına Hikmet Bey tarafından “Oğlum Nâzım’ın bir yaşlık resmidir. 2 Kânunusani 318” yazılmıştır. Bu tarihin karşılığı Miladî takvimde 15 Ocak 1903’tür. Ancak bu tarih fotoğrafın çekildiği tarih midir, Hikmet Bey’in fotoğraf eline geçtiğinde yazdığı tarih midir, ya da fotoğraf tam gününde çekilmiş midir, bunu bilmek mümkün değildir.
Nâzım Hikmet’in 53 günlük fotoğrafına gelince, Memduh Ezine’nin günlüğünde yer alan bu fotoğrafın, yine Piraye Koleksiyonu’nda bulunan iki kopyası her şeyi açıklamaktadır. Fotoğraftan bir kopyayı babasına gönderen Hikmet Bey oğlunun ağzından şöyle yazmıştır:
“Muhterem büyük pederim ve büyük validemin ayaklarını öperim. Elli üç günlük resmi takdim ederim. Şubat 317 Mehmed Nâzım”
Fotoğrafta gün belirtilmediği için ne zaman gönderildiğini bilmiyoruz. Ancak Hikmet Bey’in elinde tuttuğu ikinci bir kopyada fotoğrafın çekildiği tarih vardır: “23 Şubat 317’de aldırılmıştır.” Bu tarihin karşılığı 8 Mart 1902’dir, yani 14 Ocak’tan 53 gün sonra. Fotoğrafın üzerindeki tarih, Nâzım Paşa’nın 16 Ocak’ta yazdığı mektupta kaydettiği 14 Ocak tarihini doğrulamaktadır. Yakın zamanda ortaya çıkan bu iki önemli belge Nâzım Hikmet’in doğum tarihi konusundaki belirsizliğin giderilmesine ve kesin bir tarih açıklanabilmesine imkân vermiştir. Bu iki belgeye dayanarak Nâzım Hikmet’in gerçek doğum tarihinin 14 Ocak 1902 olduğunu söyleyebiliriz.” Şeklinde yaptığı açıklamada doğum tarihinin 14 Ocak 1902 olduğunu ileri sürmektedir.
Özgürlük Şairi Nazım
"Romantik komünist", "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.
Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır.
Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmış, dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasındadır.
Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yatmıştır.
1951 yılında hakkında Türk vatandaşlığından çıkarılmasına dair alınan karar ölümünden 46 yıl sonra Kültür bakanlığının önerisi üzerine 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile iptal edilmiştir.
Hayatında Yer Alan Kadınlar
Hayatı boyunca güzel kadınları sevmiş ve onlara birbirinden güzel şiirler armağan etmiştir.
İşte hayatında yer alan kadınlardan bazıları
Sabiha Hanım
Nazım’ın çocukluk aşkı olan Sabiha Hanıma yazdığı şiirde her şair gibi kadının gözlerine vurularak yazdığı dizelerde
“ Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki
Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben
Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim
Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim
Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki.”
Dizeleri ile aşkını anlatır.
Azize Hanım
Nazım 17 yaşında bu kez Azize hanıma aşık olur. Doğal olarak da şiire sarılır.
“Rüyaya daldıran şarabın sun
Önümde gönlümle gelirken dize,
Şu yanan alnıma bir kere dokun,
Azize, gözleri nurdan Azize!”
Şükufe Nihal
Güzel olmamasına rağmen zarafeti ile her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardan olduğu söylenen Şükufe Nihal’e Bir Ayrılış Hikayesi şiirini yazdığı söylenir.
“Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya…
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz…
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın –
yüzü güneşli bir ana gibi –
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak…
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere…
Kapandı bir pencere…
AYRILDILAR”
Nüzhet Hanım
Ailesinin izin vermediği için evlenemediği Nüzhet’e olan aşkını “O mavi gözlü bir devdi” şiiri ile anlatır.
“O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev,
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan ev…”
Büyük Aşkı Piraye
Piraye Nazım Hikmet’in kız kardeşi Samiye’nin arkadaşıdır. Kendisini bırakıp Paris’e giden kocasından boşanmak üzere olan 2 çocuklu 24 yaşında bir kadındır. Piraye’nin ailesi de, Nazım’ın ailesi de bu ilişkiyi istememektedir.
“Altın saçlı çocuk” dediği Piraye’ye 1930 yılında “ Mor Menekşe, Aç Dostlar, Altın Gözlü Çocuk” şiirini yazmıştır.
Mor Menekşe, Aç Dostlar
Ve Altın Gözlü Çocuk
Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz..
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi.
Halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
yaz böyle gelmedi,
yaz böyle gelmiyor,
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!..
EEEEEEEEEY...
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!
1933 yılında evlenmeye karar verirler. Ama 1933 yılının Mart ayında tutuklanır.
Semiha Berksoy
1934 yılında Bursa Cezaevi’ne şehir tiyatrolarından tanıdığı Semiha Berksoy ziyarete gelince birbirlerine yakınlaşırlar. Piraye’ye aşık olan Nazım “ İki Sevda” isimli şiirinde
“Bir gönülde iki sevda olamaz
yalan
olabilir,” diyerek bu yakınlaşmayı doğrular.
Büyük Aşk Piraye
Tahliye olduktan sonra 31 Ocak 1935’te Piraye ile evlenirler. Bu evlilik Nâzım’ın üçüncü, Piraye’nin de ikinci evliliğidir.
Evlendikten sonra İstanbul’a yerleşirler. Nazım İpek Film Stüdyosu'nda çalışmakta diğer yandan da gazetelere yazılar yazmaya devam etmektedir.
Suat Derviş
Nazım, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, yazar Suat Derviş’le tanışır. Suat Derviş kimseye yüz vermeyen, şımarık bir kızdır, sevgili değillerdir.
1935 yılının sonlarında karşılaşınca Derviş bu kez yakınlık gösterir. Birlikte Çamlıca sırtlarına çıkarlar. Şubat ayında yağan karın erimesiyle oluşan çamurlara bata çıka dolaşır, sohbet eder, yakınlaşırlar.
Eve dönünce ayakkabı ve pantolonun çamurlu halinden, Piraye şüphelenir, durumu anlar. Bunun üzerine, Piraye, bir kova suyu üzerine döküp, Şubat akşamında balkona çıkar, zatüree olup öleyim der. Nazım güç bela onu içeriye alır.
Yazdığı şiirleri kasete alan Nazım’ın şiirleri kahvehanelerde dinlenmeye başlayınca 17 Ocak 1938 senesinde bir gece yarısı, polisler tarafından göz altına alınarak Ankara'ya götürülür ve tutuklanır.
Ankara’da Cezaevi’nde kol saatinin içini boşaltmış ve oraya karısıyla çocuklarının bir fotoğrafını koyarak “Artık her zaman gözümün önündeler” demiştir. Saatin kayışına ise tırnağıyla Piraye yazmıştır. Piraye tarafından saklanan saate konu bir de şiir yazmıştır.
“Senin adını
kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtlı katıa verilmez)
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek bana
yasak…”
Piraye birçok şiirlerinin ilham kaynağıdır.
Pirayeye mektuplar, Karıma mektup hep bu dönemde yazılan şiirlerdir. İdam ile yargılandığını mektuplarında yazan Nazım’a yazdığı mektupta “sen ölürsen ben yaşayamam” der Nazım ise Karıma Mektup isimli şiir ile cevap verir
Karıma Mektup
Bursa
Hapisane
Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor,
yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa,
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaşıyamam!"
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm,
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzım'a!
Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim..
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer,
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı...
Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından hızla yargılanarak kanıtlanmış herhangi bir suçu yokken, komünizm propagandası yapmakla suçlanır ve hakkında 15 yıl hapis cezasına hükmedilir. Yargıtay tarafından kararın onaylanması sonucu mahkûmiyet kararı kesinleşir.
Kesinleşen mahkumiyet kararı ile Nazım / Piraye aşkı tam tamına 12 yıl sürecek mektuplaşmalara dönüşmüştür.
Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri
28 Ekim 1945
Itır saksısında artan koku,
denizlerde uğultular
ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar...
Sevgilim,
yaş kemâlini buldu.
Bana öyle gelir ki
belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan.
Ama biz hâlâ
güneşin altında el ele yalnayak koşan
hayran gözlü çocuklarız...
Münevver
Münevver, Nazım’ın dayısının kızı, çocukluk arkadaşıdır. Fransız asıllı bir anneden Sofya’da dünyaya gelmiştir.
Nazım’ın hapiste olduğu dönemde önce mektuplaşarak daha sonra da ziyaretine giderek tekrar ilişki kurar.
Münevver bu sırada ressam Nurullah Berk’le evlenmiş, bir kızı olmuştur. Kendisinden 15 yaş küçük kumral saçlı, yeşil gözlü kadınla
gidip gelmelerle tutkulu bir aşk başlamıştı.
Münevver’in yeşil gözleri şiirlerinde yer bulur.
“sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin…”
…
Siz aydınlıkta öyle kımıldamadan durun,
güneş duradursun yeşil entarinizde,
Yaram birdenbire açıldı
Kan gövdeyi götürüyor bendenizde…”
Hoş Geldin
Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin.
Yorulmuşsundur;
nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını,
ne gül suyum, ne gümüş leğenim var.
Susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim.
Acıkmışındır;
sana beyaz keten örtülü sofralar kuramam
memleket gibi esir ve yoksuldur odam.
Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin!
Ayağını bastın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi.
Güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde.
Ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler;
gönlüm gibi zengin,
hürriyet gibi aydınlık oldu odam.
Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin...
Güz, Sonbahar, Yine Sana Dair şiirlerini de ona yazmıştır.
Münevver ile ilişkisini öğrenen Piraye cezaevine gitmez.
Münevver’in aşkı uğruna 1948’de Piraye’den boşanma kararı alır. Yazdığı mektupta "Piraye
Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli musahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım.
Bütün bu olan biten şeye rağmen yakın iki insan olarak kalacağımızı biliyorum. Benim başım sıkıştığı zaman hapiste olayım, dışarıda olayım yine sana koşacağım. Sen de öyle bana koşacaksın. Ömrümün en güzel senelerini, en iyi eserlerini sana borçluyum. Onlar manen ve maddeten senindir. Şimdilik Allah'a ısmarladık. Beni affet bile demiyorum. Her şeye rağmen beni herkesten ziyade anlayacak olan insanın yine sen olduğuna eminim.
Ellerinden öperim." Der.
Eşinden boşanacağını söyleyen Münevver, karar değiştirir. Cezaevine de gelmez. Bu Nazım için büyük bir darbe olur.
Nazım tekrar Piraye’ye mektuplar yazarak barışmak isteğini dile getirir. Affetmesini ister:
“Pirayem, kızıl saçlı bacım benim, seni arkadan bıçakladım. Bir damlası damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı elim. Gel de beni bir daha yalnız bırakma. Eteklerinden öperim.”
Nazım af yasası çıkmayınca 7 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Piraye hem bu durum, hem de yazdığı mektuplardan etkilendiği için ziyaretine gelir, aynı anda Münevver de cezaevine gelir. İşte bu Nazım ve Piraye’nin son karşılaşması olur.
14 Temmuz 1950'de cezaevinden tahliye olurken yanında Nazım'ın yanında Münevver vardır. Birlikte bir eve çıkarlar. 23 mart 1951 tarihinde Piraye ile boşanır. 3 gün sonra Münevver bir oğlan doğurur. Nazım oğluna çok sevdiği üvey oğlu Memet’in ismini verir.
49 yaşındaki Nazım’ı askere alınacağı ve arkasında farklı şeyler olduğu haberleri üzerine 17 Haziran 1951’de bir tekneyle gizlice Varna’ya, Bükreş’e ve en sonunda Moskova’ya gelir. Yeni doğmuş oğlu ve Münevver yedi tepeli şehir denilen İstanbul’da kalmıştır.
GALİNA
1952 Yılında tanıştığı Galina adlı genç bir Rus doktor Nazım için yeni bir aşkın başlangıcı olur. Galina Nazım’ın doktoru, hayat arkadaşı, evdeki yoldaşı, sağlık danışmanı, yediğini-içtiğini, tüm yaşamını denetleyen yardımcısı, yurt dışına birlikte gittiği eşi ve diğer yandan da Rusya adına onu kontrol eden devlet görevlisidir. Nazım, Galina’ya aşk şiirleri yazmasa da en uzun ilişkisini onunla yaşar.
27 Nisan 1953 tarihinde tedavi gördüğü Barviha Sanatoryumu’da Vasiyet isimli şiirini kaleme alır.
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
Vera – Mavi Kirpikli Saman Sarısı Saçlı Kadın
1955 yılı sonlarında bir tesadüf eseri Vera’yla tanışır. Ancak o zaman şairin bilmediği şey Vera’nın evli ve bir kız çocuğu annesi olduğudur. Bu yıldırım aşk Nazım’ı tekrar canlandırır, onun yaşama bağlılığını, coşkusunu geri getirir. Vera’ya kocasından boşanarak birlikte yaşamaları konusunda baskı yapmaya, onu kıskanmaya başlar.
1960 yılı başında Nazım’ın Galina ile olan sekiz yıllık uzun beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera’ da eşinden ayrılmıştır. Artık her yere birlikte gitmektedirler. 1961 yılında “Saman Sarısı” şiiri ile “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” dediği Nazım’dan otuz yaş küçük Vera hayatının kadını olmuştur.
Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılmayı başarır. İlk tanıştığı andan itibaren aşık olduğu Vera’ya kavuşur sonunda Nazım, yani muradına erer ve Vera’nın gönlüne girmeyi başarır. Nazım bundan sonraki aşk şiirlerini artık Vera için yazacaktır.
Özgürlük Şairi
Sevdiği kadınlara yazdığı şiirler kadar özgürlük şiirleri özellikle yazdığı Kurtuluş savaşını anlatan Kuvayi Milliye Destanı bir ulusun Kurtuluş destanıdır.
Soner Yalçın “30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı” yazısında “… Kurtuluş Savaşı’nın en güzel şiirini üç cezaevinde yazdı; İstanbul Çankırı ve Bursa. Şiirin sadece bir bölümü 25 yıl sonra 1965’te yayınlanabildi. Tamamı üç yıl sonra kitap olarak çıktı. 2012 yılına kadar devletin “yasaklı eserler” listesindeydi.
“Cezaevine birlikte yatan büyük şairimiz A.Kadir’in söylediğine göre Nazım Hikmet ziyaretine gelen bir dostundan Atatürk’ün “Nutuk” eserini istedi. Heyecanla okumaya başladı.
Dayısı Ali Fuat Cebesoy’dan belge ve kaynak yardımı aldı. Gerek cezaevinde yatanlardan gerekse ziyaretine gelenlerden çeşitli bilgiler edindi.
Nazım Hikmet Kurtuluş Savaşı destanı yazmaya böyle başladı. Kuvayi Milliye Destanı İstanbul Tevkifhanesi’nde böyle doğdu.
Ardından…
Nazım Hikmet 1940 Şubat soğuğunda Çankırı Cezaevi’ne gönderildi.
İstanbul’da cezaevinde başladığı Kuvayi Milliye Destanı’nı Çankırı’da büyük ölçüde geliştirdi. Gelişen sadece destan değildi; Nazım’ın şiire bakışı da farklılaşıyordu. Bu yeni geliştirdiği biçimin en büyük özelliği, belirli bir biçimsel kalıbının olmayışıydı.
Destandan bölümler bittikçe dayısı Cebesoy istetiyor; çevresindekilere okutuyordu. Bunlardan biri, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi.
İnönü, Destan’ı okuduktan sonra “Anadolu Savaşı’nı Nâzım, bu destanla bir kez daha kazandı” dedi.
Nazım Hikmet “ödülünü” aldı; Çankırı’nın soğuk havası sağlığını tehdit ediyordu, Kasım 1940’da Bursa Cezaevi’ne nakledildi.
Kuvayi Milliye Destanı’nı 1941 yılında Bursa Cezaevi’nde bitirdi.
Eserin son şeklini verince kapağına “Kuvayi Milliye” yazıp hemen altına da “Destan” ifadesini küçük harflerle ekledi.” Şeklindedir.
İşte Kurtuluş savaşının bir çok ismi belli olan olmayan kahramanları o dizelerde can bulur. Okurken hangimizin yüreği titremez.
Kuvayi Milliye Destanı giriş kısmında
“Hikayei DÂSTÂN
(…)
Memleketim
sen dünyanın en güzel,
en haklı kavgalarından birini yapansın.
Ve ben o kavgayı
ve ben seni sevenim.
Gün gelip
dağılıp pâre pâre bedenim
silinse be-tekmil yârimin hayalinden
çakır gözlerimin nâm ü nişanı,
asırlar ezber kılıp birbirine devredecektir
senin o müthiş kavganı yapan insanlarına dair
İstanbul cezaevi revirinde yazdığım destanı.
Ben
mukaddes bir hiddet içinde
tüylerim diken
arşınlayıp betonu,
demiri dövüp yumruklarımla
on beş kerre yirmi dört saatte yazdım ki onu,
buna telin dışında anam
ve yüzü güneşli bir yaz manzarasına benzeyen karımla
telin içinde Kemal Tahir
şahittir.
Yirminci asırdayız.
Başlar önde, gözler alabildiğine açık.
Yanan şehirlerin kızıltısı,
çiğnenmiş ekinler
ve bitmez tükenmez ayak sesleri:
gidiliyor.
Ve katlediliyor..
kadınlar ve çocuklar
ağaçlardan ve danalardan
daha rahat
daha kolay
daha çok.
Bu ayak sesleri, bu katliâmda
hürriyetimi ve ekmeğimi kaybettiğim oldu.
Fakat hiçbir zaman
açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden
güneşli elleriyle kapımızı çalan
gelecek günlere emniyetimi kaybetmedim.
Ve bundandır ki ben
hücremde her sabah
yaklaşan bir müjdenin davetiyle uyanıyorum.
Ve bu nikbinliğin verdiği hakla
bu destanı yazmakla
büyük
doğru
ve mükemmel bir iş yaptığıma inanıyorum.
Temmet bi-avn-il-insan
Fî sene 1939 şehr-üş-Şaban
Yâr ü ağyara ola ibret
yadigâr-ı hâme-i
Ata’mızın Kocatepe’de duruşunu bu dizeler kadar anlamlı anlatan başka bir şiir yoktur.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
sayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.
Kendisi hakkında Vatan haini olduğuna dair iddialara da 28 Haziran 1962'de yazdığı şiirinde bir şiirle cevap vermiştir.
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin
yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar,
üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde,
fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor,
ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti,
120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin
yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz,
siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek
ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Son Elli Yılın En İyi Şiiri
Yazdığı şiirler dünyanın birçok dillerine çevrilmiştir. Şiir en zor çevirisi yapılan eserlerden olmasına rağmen birçok ülkede özgürlük şairi olarak örnek alınmıştır. Ölümünden yıllar sonra bile unutulmamıştır. 19 Nisan 1962 tarihinde yazdığı “ Severmişim meğer “ isimli şiiri İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, 2014 yılında son 50 yılın en önemli aşk şiir seçilmiştir.
Severmişim Meğer
yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
(…)
kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım
…
(…)
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
Kendi Hayatını Anlattığı Şiiri
Kendi hayatını anlattığı 1961 Yılında yazdığı “OTOBİYOGRAFİ” isimli şiirde yaşadıklarının özeti gibidir.
1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış Madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırag'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filan olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
Nazım Hikmet'in "Asya-Afrika Yazarları Kurultayı" Tarihi Konuşması Ve Çin Heyetine Resti
Hayatının son yıllarını paylaştığı hayat arkadaşı “Vera Tulyakova’nın anılarından Vera’nın kızı “Anna Stepanova” tarafından derlenen “Hülya Arslan” tarafından Türkçe ’ye çevrilen “ "Bahtiyar Ol Nazım" isimli kitapta geçen olay şöyledir.
Nazım Hikmet Türkiye temsilcisi olarak Asya-Afrika Yazarları Kurultayına katılır. Ancak Çin heyeti tarafından kendisine karşı alınan küstah tavırları karşısında daha fazla sessiz kalamaz. Şairliğine yakışır bir şekilde bu tavra karşı tepkisini ortaya koyar.
Vera şöyle anlatır olayı: “Kurultay 12 Şubat 1962’de açıldı. Faruk Saray salonu delegelerle dolu. Bu bir sarı ve kara derili insanlar deniziydi. İlk kez böyle olağanüstü bir toplantıya katılıyordum, o da yarı yasal olarak. Uzakta, önde, senin geniş ve güçlü boynunu görüyorum. Başkanlık divanı seçimine başlamak üzereyken Çin delegesi ansızın kalktı ve şunları söyledi: “ Şimdi burada bulunan bir yazarın oy hakkından yoksun bırakılmasını istiyoruz. Kendisi burada Türkiye edebiyatının temsilcisi olarak bulunuyor. Nazım Hikmetten söz ediyorum. Türkiye pasaportu taşımayan, burada Moskova’nın pasaportuyla gelen bir kimse nasıl Türkiye edebiyatının elçisi olabilir? Kendisinin delegelikten çıkarılmasını istiyoruz.”
Salona derin bir seslik çöktü. Birkaç saniye sonra ilerideki sıraların ortalarından Nazım’ın usulca çıktığını, acele etmeksizin kürsüye yürüdüğünü ve delegelerin önünde rahat sakin, onurlu durduğunu gördüm bir süre sessizce insanların gözerine baktı. Salondaki sessizlik daha da derinleşti.
“Sanıyorum ki” dedin “ Asya-Afrika Yazarları Kurultayında Türkiye’yi temsi etmek hakkına sahibim, çünkü kendi halkının dilinde yazan bir yazar ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahiptir. Ve burada bir yazarlar toplantısı yapılıyor, polis toplantısı değil. Ne yazık ki yurdumda, Türkiye’de bugün benden daha iyi bir şair yok. Bundan da öte, sanıyorum ki, salonda bulunanlar arasında bugün dünyada en tanınmış şair benim. ( Alkışlar duyuldu. ) Eğer abartıyorsam ve herhangi bir kimseyi incittiysem, lütfen gelsin, sevinçle elini sıkmaya hazırım.”
Delegeler soluklarını kesmiş oturuyorlardı. Kimse kımıldamadı yerinden.
“Öyleyse saygı değer yazar arkadaşlarım, beni sadece oy hakkından yoksun kılmamakla kalmayıp, şimdi, şu anda başkanlık divanına seçmenizi istiyorum. Oyu olumlu olanlar elinizi kaldırın lütfen.”
Bir eller ormanı kalktı yukarıya. Nazım geçip başkanlık divanına oturdu, fakat eller hala yukarıdaydı. Dış görünüşüyle sakindi. Fakat bu zaferin ona neye mal olduğunu tahmin edebiliyordum. O ki, evimize gelen kimi gençler tanışmak için ellerini uzatırken kendilerini: “Ben, şair filan ya da falan...” diye tanıttıklarında şaşırırdı her zaman. Onlara gizlemediği bir ironiyle bakar ve sonra her zaman şöyle derdi: “Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir…”
3 Haziran 1963 Veda …
Yıllarca hapishanede ve mücadele içinde geçen günlerden dolayı sağlığı bozulmuştur. Doktoru:
“Aşksız 10 yıl yaşarsın, aşık olursan 3 yıl” demiştir.
3 Haziran 1963 günü büyük şair bu muhteşem şiirlerini bırakarak bu dünyadan ayrıldı. Pasaportunun içinden el yazısıyla yazılmış şu şiir çıkmıştır…
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”
Ölmeden Cenazesi İçin Şiir Yazmıştır.
Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenler daracık
Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.
Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.
Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...
Nazım Hikmet’in Vedasının Ardından
Can Yücel
Yıl 3 Haziran 1963’tü. O gün Nazım Hikmet ölmüştü... Can Yücel BBC Türkçe Radyosunda spikerdi.
Nazım’ın ölümünü dinleyicilere duyurma görevi ondaydı…
“Ben bunu okuyamam... Ben Nazım’ın ölümünü kabul edemem” dedi.
Haberi okumadı…
O gün hiç çalışmadı…
Radyo da yayın yapamadı...
Ertesi gün görevinden istifa ederek, memlekete döndü...
Bin Turna Kuşu
İkinci dünya savaşı yıllarında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombasında birçok insan ölür ve yaralanır. Nazım Hikmet tarafından1956 yılında bununla ilgili Kız çocuğunu şiirini yazar.
Kız çocuğu
Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler.
Kâğıttan bin turna kuşu
Nâzım'ın hayata Veda ettiği günü şöyle anlatır.
“Korkunç günün arifesinde, pazar günü ilk ben kalktım. Yanında yiyecek bir şeylerle küçük bir fincan Türk kahvesi getirdim sana. Kahveyi içtikten sonra kalmadın. Gazetelerin ortasında yatmayı sürdürüyordun. Ben çalışma odasına geçip hızlı bir tempoda çalışmaya başladım. Saat an ikide “Turnalar” adlı oyunu Merkez Çocuk Tiyatrosu’na yetiştirmek için söz vermiştim. Oyunu yazmanı senden istemişlerdi, ama sen sonra benim üstüme yıkmıştın ve ben de yetiştiremiyordum işte. Oyun Hiroşima trajedisi üzerine kurulmuştu. Bir avuç küle dönen küçücük çocukların kısacık yaşamlarına ve şimdi Hiroşimalı çocukların kâğıttan yaptıkları turnaları anlatıyordu. Bu turnalardan bin tane yapıldığında ölen çocuklardan birinin dirileceği inancıyla çalışıyorlardı. Senin küçük Japon kızın ağzından yazdığın şiiri, bu nedenle, pek çok kez okumuştum son günlerde. Senin önerinle oyunun içine de koymuştuk dizelerini. İkisi birbirini mükemmel tamamlıyordu.”
Ve sonra ölür Vera’nın Nâzımı. Geriye dağlanmış bir yürek kalır, Vera’nın göğsünde taşıdığı. Bir türlü kabullenemez bu ölümü. Nâzım’ın hayaliyle konuştuğu bir günde, kocaman bir kutu gelir evine Vera’nın. İçerisinde de Nâzım’ın ölümünden yirmi gün sonra yazılmış bir mektup. O sevgi dolu
Kutunun içinden çıkan mektupta şunlar yazılıdır;
“Minik sarı parmakların ustalıkla yaptığı renk renk kâğıt turnalardan bir çelenk var kucağımda. Bir de mektup:
Unutulmaz insan Nâzım Hikmet,
Hiroşimalı küçük kızların armağanını kabul edin lütfen. Anınızın önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor, cenazenizin önüne yaptığımız binlerce turnayı, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuşu bırakıyoruz.
Değerli Nâzım Hikmet’e, ailesine ve yakın dostlarına, barış için savaşmayı sürdüren Hiroşimalı okul çocuklarından; Hiroşima kâğıt turnaları derneğinden. 23 Haziran 1963.”
Mezarı
Moskova’da Novodeviçi Mezarlığında yatmaktadır.
Hasan Hüseyin Korkmazgil dizelerinde
“«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de Memet'in yüzü
bir de güzel İstanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara “
…
yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
Nâzım ustanın
MEMLEKET HASRETİ
Canı kadar sevdiği memleketine hasret gider. 1953 yılında yazdığı “Vasiyet” isimli şiirinde :
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bi köy mezarlığına gömün beni,
Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörle türküler geçsin alt başından mezarlığın
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar ortamalı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben,
daha onlar düzülmeden
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman,
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
öylece gibi de görünüyor
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani.”
Dizeleri ile memleket sevgisi ve hasretini dizelere döker .
Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yani ağır bastığından.
İşte o şiirdeki gibi düşüncelerinden ve mücadelesinden ödün vermeden hayatın zorlukları içinde yaşayan değerli şairimiz şimdi vasiyetine göre gömülmesini istediği Anadolu’nun köy mezarlığına çok uzak, memleketine hasret yatmaktadır.
Anısına saygıyla
Semihat Karadağlı/14.01.2021
KAYNAK:
1)- Nazım Hikmet, Asım Bezirci, Evrensel Kültür Kitaplığı, Şubat 1996.
2)- “30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı” başlıklı Soner Yalçın'a ait gazete yazısı
3)- Çeşitli gazetelerin haber sayfalarında yayınlanan yazılar.
4)- “Hava Kurşun gibi ağır" Hıfzı Topuz
5)- "Bahtiyar Ol Nazım"/ Vera Tulyakova
6)- İyi ki Doğdun Nâzım/ Yücel Demirel Kitap-lık dergisi, Temmuz-Ağustos 2018, sayı 198
7)- 1 +1 =Bir Nazım Hikmet – Nail V-
8)- Nazım Hikmet /Yeni şiirler
9)- wikipedia internet sayfası